Close

Zeynep Bugay: Manolya

Yazları adaya giderlerdi… Okulların kapanmasıyla birlikte, pek çok yazlıkçı gibi neşeli ve sıcak kanlı mevsimi orada karşılar, ona nazaran daha mahzun ve koyu sarı olan sonbaharın ortalarına dek Kınalıada’da (Proti) kalırlardı.

Adanın yüzmeye elverişli koylarında neşeyle Marmara’nın sularını kucaklar, kayıkla çıkabildiklerinde daha derinler veya komşu adalarda da kulaç atıp, balık tutarlardı. Dışarıda mutlaka dondurma, midye tava, kokoreç, lahmacun yer, çekirdek çıtlarlar, açık hava sinemasına giderler, evde yenilecek yemekler için fırından taze ekmek alır, arada mangal yakar, yanına patlıcan, patates, biber kızartmasıyla meze yapıp üzerine de sarmısaklı yoğurt veya domates sosu dökerlerdi. Bazen yiyeceklerini yüklenip ister tabanvay olarak ister deniz motoruyla arka tarafa sahile gidip sofra kurarlar, akşamüstü yüzüp, kızıl sarı gün batımını da o açlığı bastırmak için iştahla yemek yiyerek kutlarlardı. Camiye, manastıra, kiliseye, ayazmaya, vaftize, sünnete, din, dil, ırk, mezhep ayrımı yapmaksızın cenaze, düğün ve doğumlara giderlerdi.

Onlar adalıydı, onların adaları sularla çevriliydi ve o suyun duruluğu, neşesi, akışkanlığı, tarafsızlığı, dert alıp götürür hali, birleştiriciliği ve saflığı hepsine yansırdı. Toprağına, insanına, hayvanına, bitki örtüsüne kadar hepsine sirayet ederdi. Günü birlik gelip gidenler o koşturmacadan bunu anlamazlardı ama yaz kış yaşayanlar veya yazlıkçı olanlar, adanın ruhunu anlar, onunla hemhal olurdu…

Adada çok güzel çam, iğde, dut, selvi ve manolya ağaçları vardı. Çiçek açarlar, meyve verirlerdi. Onlar o güzel adanın nazenin ruhunun birer parçasıydı. Güzel ve narinlerdi ama yine de dallarına tırmanılır, meyveleri çalınır, çiçekleri kopartılırdı. Ancak ne yazık ki adalılar veya günü birlik gelenler onların da canı olduğuna, tepelerine çıkılmadan veya meyveleri / çiçekleri kopartılmazdan evvel bunu yapmak gerekli mi değil mi, rızalarını istemek, özür dilemek, yapılacak olanın maksadını izah etmek gerekir mi gerekmez miyi düşünmezlerdi. Onlar insanoğluna istediği gibi muamele etmek üzere bahşedilmiş birer mal gibi görülürdü…

Ne acıdır ki zihniyet böyleydi ya bir gün çocuklar Madame Arşaluz’un bahçesindeki 40 senelik manolya ağacının beyaz narin çiçeklerine de göz diktiler. Önce bir tanesi izinsiz bir çiçek kopardı, sonra bir diğeri ve ardından da dur duraksız bir şekilde sadece çiçekleriyle de kalmayıp manolyayı yapraklarına kadar yoldular. Ağacın köklerinin üzerine o gün çektiği acı için döktüğü sessiz göz yaşlarını betimlercesine tüm yolunmuş yaprakları ve beyaz çiçekleri paramparça bir halde saçılmıştı. Manolya yaralıydı, manolya uğradığı tecavüzden ötürü utanç içindeydi. Çocuklar ise onun göz yaşlarını hiç görmeyecek, iç çekişini, ağlamalarını duymayacak kadar kendilerinden geçmiş, yaptıkları katliamın bilincinde olmayacak kadar azgınlık içerisinde çığlık çığlığa koşturup, oynuyorlardı.

Çarşıdan evine dönen Madame Arşaluz bahçesinde olan biteni gördüğünde dona kaldı. Elindeki poşetleri titreyerek yere bıraktı. Manolyası, gözü gibi baktığı kızı, yoldaşı, nazlı sırdaşı artık neredeyse çırılçıplak ve yara bere içindeydi. Gözleri dolarak ağacın yanına yürüdü, kırışık ellerini büyük bir şefkatle onun gövdesine koyarak “Affet beni çünkü seni koruyamadım. Affet onları çünkü çok küçük ve cahiller. Affet bizleri çünkü onlara sizlerin de canlı olduğunuzu ve size sahip çıkmamız gerektiğini öğretemedik” dedi. İçtenlikle ağlıyordu. Manolya ise annesine cevap veremedi. Bir şey diyemeyecek kadar bitkindi, örselenmişti ve içine kapanmıştı.

O manolya devam eden 15 yıl boyunca hep çıplak kaldı. Kendisine yapılanları atlatamadı. Çocuklar o gün ettikleri rezillik için büyüklerinden çok ama çok büyük azar işitmişlerdi. Madame Arşaluz ise ağacının eski sıhhatine geri dönmesi, tekrar yeşermesi, çiçek açması için umudunu asla kaybetmedi, onu sevdi, inançla suladı, onunla yine her gün konuştu ama maalesef ki manolyası hayata geri dönmüyordu. İçine girdiği o karanlık, eziyetli durumdan çıkamıyordu. Bir türlü unutamıyordu…

Madame Arşaluz ettiği duaların sonunda onun kurtuluşuyla ilgili şunu anlamıştı, o yarayı kimler açtıysa, o ellerden bir tanesinin gelip ona şefkatle dokunması, ondan samimiyetle af dilemesi gerekiyordu. Bunun için o kadar çok dua etti, o kadar gönülden istedi ki sonunda yan komşularının kızı ve o katliamın parçası olan Zeynep bir gün yaz okulundan, Boston’dan döndükten sonra kendiliğinden o bahçeye geldi. Madame Arşaluz her zamanki gibi tül perdesinin arkasında tığ işi yapıyordu. Zeynep’in gözleriyle onu aradığını biliyordu ama eve ona ziyarete gelmezden evvel manolyaya gitmesini umduğu için ona seslenmedi.

Zeynep bahçeye baktı. Manolyanın yalnızlığını ve çıplaklığını gördü. Yaptıkları şeyin nasıl bir canilik olduğunu içi sızlayarak, açtığı yaradan çok ama çok büyük utanç duyarak hatırladı. Çekine çekine yıllar önce zarar verdiği manolyaya doğru yürüdü ve yakınına geldiğinde ona “Beni hatırladığını biliyorum. Yüzlerimizi unutamayacağın kadar büyük bir kötülüğü sana ettiğimiz ve bunun gaddarlık olduğunu senin çıplak ve acı içerisinde geçirdiğin 15 seneden sonra idrak edebildiğimiz için bizi affet. Biz küçüktük ve cahildik, iç güdülerimize, sahip olma dürtümüze, hoyratlığa yenildik. Senin kadar güzel, saf ve bilge değildik. Senin kolunu kanadını kırdıkça hayatın tüm bunları bir kenara yazacağını ve bize de büyüdükçe hepsini tek tek ödeteceğini bilemedik. Bizi affet… Bizim gibi hoyrat ruhları affet…” dedi ve çekinerek elini onun gövdesine koydu. Manolya onu duymuştu, ilk defa yıllar sonra kendisini rüzgâra bırakarak salındı. Zeynep bunu gördü ve ağlamaya başladı. Artık iki ruh da özgürdü… Yaralanan yarasından, yaralayan da günahından kurtulmuştu.

Ertesi yıl manolya ilk çiçeklerini verdi. Madame Arşaluz da o sene hayata gözlerini kapattı. Manolya annesini eski güzelliği ve azametiyle uğurladı.

Zeynep Bugay

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Leave a comment
scroll to top