Close

Zeynep Bugay: Ölüm

Her başlangıcın bir sonu olduğunu, her varoluşun bir gün yok olup bambaşka bir şeye dönüşeceğini, her doğmuş olanın bir gün nihayetine kavuşup öleceğini biliriz… Biliriz ama bu gerçeği de yok saymayı seçeriz. Bunu yapmak hayatta kalabilmenin, karamsarlığa kapılmamanın, her gün tezahür eden onca olumsuzluğa rağmen yaşama devam etme şevkini ve sabrını bulabilmenin gizli kullanımda olan ortak bir anahtarıdır. Büyük küçük herkes dile getirilmeyen bu hakikatle yaşar ve ölüm bir gün bir şekilde kapılarını çalana dek, katılımcısı oldukları hayat ve kişisel öyküleri sekteye uğramaksızın akmaya devam etsin diye bu gerçeği görmezden gelmeyi seçer.

Ölüm hali, geride kalanlara çoğu zaman karamsar, korkulası, acı, ansızın ve telafisiz durumlar yaşatırken ne gariptir ki yadsınamaz ve istisnasız bir şekilde her seferinde muazzam bir farkındalık ve dönüşüm de aşılar. Ölümün neredeyse asla zamanlısı olmadığı için verdiği ıstıraptan kaçınmak da mümkün değildir. “Keşke”lerin, “Ah”ların, “İyi ki”lerin, “Biraz daha”ların, “Niçin”lerin göz yaşlarına, iç çekişlere, dalıp gitmelere, buruk tebessümlere, resim ve son kokuları taşıyan kıyafetlere tutunmalara karıştığı o çileli yas döneminden sonra giden ruh tekâmül denilen kolektif ve gönüllü büyüme oyununa geri dönmezden evvel ara zaman ve mekânda dinlenirken, geride kalanlar ise pathesis yoluyla yani çektikleri acı sebebiyle eski kabuklarından sıyrılmış ve olgunlaşmışlardır.

Ölümden sonra zamanın değeri net anlaşılmış, ötelemeler azalmış, yapılanların anlamı daha fazla sorgulanır olmuş, sevgi ve özlem daha sık dile getirilir, hatalar daha çok kaçınılır ve tasarılar listelerde veya akılda bırakılmak yerine imkân elverdiğince hayata geçirilir olmuştur. Tek bir bitiş bu sonu deneyimleyenlerin hayatında başka türden pek çok başlangıca vesile olurken, o benzeri bitişin kendilerinin veya sevdiklerinin hayatında ne zaman ve ne şekilde hasıl olacağının bilinmez oluşu akıllara ölümün yenilebilir olup olmadığı sorusunu da düşürmüştür.

Uzun yaşamak, sağlıklı yaşlanmak, elden ayaktan düşmeksizin hayattan göçmek mümkündür ama ölümsüz kalmak, ebedi olmak ne yazık ki insan bedenindeki yaşama özgü değildir. Ölüm, dünyevi yaşamın bir koşutudur ve kaçınılabilir bir unsur değildir. Yaşam ölüm döngüsünden ibaret olan samsara’dan çıkabilmenin tek yolu fayda yaratmak ve ruhunun izlerini alçakgönüllü bir şekilde devam edecek olan nesillere hatıra olarak bırakmaktır. Bu hatıranın en somut ve en az takdir edileni ise doğumun ta kendisidir. Dişi, rahminin içinde mucizeyle var ettiği yeni hayat unsurunu çilesine gönüllü olarak katlanmak suretiyle taşır, acısına, sancısına tahammül ederek doğurur ve doğum gerçekleştiği andan itibaren artık, ölümün kendisinden kat be kat daha güçlü ve büyüktür. Bambaşka bir gerçekliğe, Yaradan’ın tüm galaksi sistemlerini var ettiği şekilde o da parçası olduğu yaratıcı gerçeğin mütevazi bir hizmetkarı olarak eşsiz olan var etme niteliğine uyumlanmıştır. Bir kez doğurmuş olan, kendisinin gidişinden sonra bile hayatın mutlaka ona dair parçalarla devam edeceğini bildiği için ölümü düşünüp kederlenmek yerine hayata katabildiği o değerin sevgisini yüreğinde büyüterek ve sorumluluklarını gün be gün üstlenerek yaşamını devam ettirir. Ölümün bileği bükülmüş, yaşamın kendisine katılmak ölümden korkmaktan artık çok daha önemli olmuştur.

Dişi bedeniyle ve duygularıyla, eril de rasyonel tarafı ve gücüyle farklı şekillerde doğurarak (yaratarak) ölümü defalarca yenebilir. Her marifetli, zeki ve sevgi unsuru yaratı çürümeye yüz tutmuş olanın dünyadan göçmezden evvel ileride dönüşeceği yeni formun izdüşümüdür. Ölüm korkulası bir şey değildir, nihai bir son değildir. Korkulacak tek şey yaşamı ve evrensel kuralları yenebileceğini sanan, üretmek yerine tüketmeye odaklı zihniyettir. Ölümü düşünmek yerine hiç ölmeyecekmiş gibi var etmeye ve büyük küçük demeksizin değer katmaya odaklanmamız temennisiyle…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Leave a comment
scroll to top