2006 yılının Ağustos ayında, sıcak ve kuru, leş gibi tozlu, trafikli bir İstanbul gününde, esasında hiç sevmediğim ve çokta yabancısı olduğum Asya Yakası, Altunizade tarafına, bir alışveriş merkezine seni satın almaya gittim. O zaman parasını verip alacağım varlığın, bugün benim hayatımda yepyeni bir sayfa açılabilsin diye küçücük bedenini cesaretle feda edecek bir ruh eşi olduğunu bilmiyordum… Benim kafamda, evde yalnız oturmaktan sıkılan Çinçila kızım Lokum için onu da bulduğum aynı evcil hayvan dükkanından başka bir tane daha İran kedisi edinmek ve ikisini hayat arkadaşı yapmaktan daha fazlası yoktu… Vardı dersem kesinlikle yalan olur ve artık beni (muhtemelen ben gibi kaç tanemizi daha) duygu, düşünce, davranış ve niyetlerim babında a’dan z’ye gözlediğinden, her hatamı hiç kaçırmaksızın not ettiğinden emin olduğum 4 Kraliyet Yıldızı’ndan bir tanesi olan, dürüstlük gözlemcisi, Doğu kapısının efendisi Aldebaran’a yine ayıp etmiş olurum. Hiç yok yere yalan defterim kabarır ve muhtemelen senin fedakârca ölümün de benim Merkür’ümün hovardalığında heba edilir. Yani değmez… Şu andan itibaren artık benim dil cambazlıklarımın hiçbir önemi yok… Sen gittin ve ben 29 derece İkizler olan ifade kabiliyetimi bundan sonra sadece alçakgönüllülükle hizmet etmek için ve doğrudan yana kullanmam gerektiğini senin noksanlığınla dört dörtlük idrak ettim. İşte bu sebeple, çok dürüstçe o zamanlarda senin benim hayatımda ne önem arz edebileceğin veya bir canın evcil hayvan dükkanından satın alınmaması gerektiği asla yoktu diye belirteceğim.
Etraftaki tüm cins kediler 200-300 dolar bandından satıştayken senin kafesinin üzerinde neden 300 TL yazdığını merak etmiştim. Etmez olaydım… “A o mu? Getirilirken zarar görmüş, biraz çirkin olduğu için de kimse tercih etmiyor, böyle giderse onu uyutacağız çünkü satılmıyor” gibi nefret edilesi düzlükte, duygusuzlukta hatta mekanik tabir edebileceğimiz bir yanıt almıştım. 300 TL’yi ödedikten sonra sen koltuğumun altında, veterinerin yolunu tutmuştuk. Doktorun Bahadır’ın anlattığı kadarıyla bir valizde çok sayıda başka yavruyla birlikte kemiklerinizin ve kafataslarınızın ezilip büzülmeye son derece dayanıksız olduğu, esasında anne sütü emiyor olmanız gereken bir dönemde yurda kaçak bir şekilde sokulmuş olmalıydın ki kafanın tepesinde o valiz içinde maruz kaldığın travma sonucunda Giza Piramidi’nin sivri ucu gibi net bir koni oluşmuştu. “Zamanla, sevgiyle, bakımla düzelir, iyi beslemek lazım… Fakat kafasını geçelim, hareket kabiliyetini kısıtlayacak, atlamasını, zıplamasını, tırmanmasını engelleyecek şekilde arka iki bacağı da sakat, yaşı biraz büyüdüğünde ameliyat görüp kalça kemiklerinin çelik iplikle sağlam şekilde dikilmesi, yerine oturtulması gerekir aksi takdirde ilk yaramazlığında bacağı çıkar ve sürüklenir vaziyette gelirsiniz…” diye de eklemişti. Duyduklarımdan ötürü canım elbette sıkılmıştı ama başa gelen çekilir diyerek, fazla gözümde büyütmemeyi tercih etmiştim.
Adının ne olacağı konusunda evde ciddi tartışmalar yaşadık, ben “Kavun” dedim çünkü harika bir tarçınımsı rengin vardı ve dışı tarçınımsı sarı olup, kesildiğinde de içi bal misali tatlı çıkan bir kavun gibi şeker huylu olmanı umuyordum. Satürnyen annem ise hiçbir tahmininde yanılmadığı gibi daha sana bakar bakmaz: “Yahu ne Kavun’u? Bunun yüzünden yaramazlık akıyor, bunun adı Haydut olsun!” demişti. Hemen kabul etmesem de daha sonra veterinerinin sana çıkarttığı kafakağıdındaki Kavun Bugay ifadesi silindi ve gerçekten yaramaz, oyuncu ruhuna yaraşır şekilde ismin anneannenin önerdiği şekilde Haydut Bugay olarak değiştirildi. Görücü usulü evlendiğin, senden 6 ay büyük olan eşin Lokum ise seni başta pek sevmedi… Hatta ne yalan söyleyeyim, İkizler burcu olan Çinçila Lokum daha seni ilk gördüğü gün hırlayıp, tıslamaya, boğazını sıkıp, seni marizlemeye başladı. Ortalama 4 ay kadar ben başınızda olamadığım vakitlerde ayrı odalarda kaldınız ki eve geri döndüğümde talihsiz damat seni, bir kenarda hırçın gelin Lokum tarafından öldürülmüş bulmayayım… Değişim rüzgarlarına burcu sebebiyle son derece açık olan Lokum Hanım, cinsel olgunluk duygularına kapılıp, çiftleşmek istediğinde aranızdaki yaş farkından ötürü maalesef bir bebeğiniz olamadı fakat en azından Lokum seni cazip bulduğunu kavramış oldu. Bu arada, seni daha ilk gördüğü gün tüm gerçekçiliğiyle: “Ay bu çok çirkin!” demiş olan anneanneni utandıracak şekilde pofidik misali uzayan tüylerin, mucizevi şekilde yuvarlanan başın ve sokak yüzü görmediği için altından demet demet tarçın tüyler fışkıran tombik patilerinle artık çok yakışıklıydın. Yakışıklı ne kelime gerçek bir tarçın prenstin. Lokum’un çiftleşememekten ötürü kistlenmiş yumurtalıkları tamamen alınmak zorunda kalındı ve ikinizin artık çok iyi anlaştığı, gerçekten sevgili olduğunuz dönemlerde evimiz sizden yana bir torun sevinci yaşayamadı. Hal böyle olunca, sen de eşine sadık kal ve başka hanımları asla koklayıp Lokum’a kendisini eksik veya çirkin hissetirme diye Bahadır seni de kısırlaştırdı. Keşke de kısırlaştırmasaydı, vay arkadaş ya sen misin onun er bezlerine dokunan! O minik ama yaramaz vücudun bu sefer de azgınlık dönemlerinde biyolojik olarak neresinin eksik olduğuna bakma gereği duymaksızın böbrek üstü bezlerinin salgıladığı ikame hormonla evde Lokum’a kur yapmak ve erkeklik kokunu her tarafa bırakabilmek için sana her yere ama gerçekten istisnasız olarak her yere, ta Mart ayından Temmuz ayının sonuna dek aylarca çiş yaptırdı. Gerçekten acı kavunun ta kendisi ve tam da bir baş belası, hayduttun. Annem bizi defalarca evden kovuyordu ki senin için: “Serseri be o! Çok tatlı!” diyen rahmetli babam, durumu yumuşatarak defalarca araya girdi. Sen de tabii ki hiç istisnasız 14 yıl boyunca, sana tanınan bu imtiyazı dibine dek kullanarak Mart-Temmuz aylarını bize Sidik Bayramı olarak yaşattın… Öldün diye arkandan konuşuyorum sanma, gerçekten Haydut’cuğum çişlinin tekiydin…
Çöp konteynerinde yemek aradığına şahit olup, sahipsiz olduğunu anladığım ve anneannenin beni kesmesini göze alarak evimize getirdiğim senden 2 yaş büyük olan kar beyazı renkli, mavi gözlü 3. İran kedimiz Mavi’yi aynı pis haydut ruhunla ne kadar çok dövdüğünü de unutmayalım… O garibanı elinden kurtarmak için ne zaman araya girsem ve sana ciddi şekilde çıkışsam derhal iki seksen yere uzanıp, ölü taklidi yaptın o kadar ki serseri zekana gülmekten ötürü sana kızmaya devam edemez oldum… Arada geçirdiğin kalça kemiği ameliyatlarında, eski Türk Filmleri’ndeki Tarkan misali önce sağ sonra sol arka bacaklarının tüylerinin komple tıraşlanması ve kendini yalama, dikişlerini de sökmeye çalışma diye kafana takılmış olan abajur misali baş koruyucusu bile evde cengaverlik yapmana engel olmadı. Biraz sağlığının toparlandığı ilk anda da doktorunun tıbbi muamelesine değdi miyi test edercesine koltuk ve sandalyelere sıçramaya başlayıp, onların kolçaklarından kendini sarkıtarak bize koca gözlerinle bakman, kulaklarını Valentino misali komple geriye alman, bizim evdeki tabirimizle “Balkon yapman” senin unutulmazların arasındaydı…
Yaşlılık dönemlerinizde sana dair değişen tek şey ise hayatımıza altı ayda bir mutlaka giren, düzenli kan testleri yoluyla gözlediğimiz genel sağlık durumu araştırmaların oldu. Bahadır’ın tabiriyle artık yaşlıydınız ve her birinize her an her şey olabilirdi. Her temiz çıkan kan taramasında sevinip, ayrılığı en azından birkaç yıl daha öteledik sanıyordum. Tıpkı 15 Mayıs 2020 tarihinde tüm araştırmalarının tertemiz çıkmasıyla birlikte bayram havasına bürünmüş olduğum gibi… Aynı tarihler ne gariptir ki benim karma astroloğu hocamız Oğuzhan Ceyhan tarafından biz öğrencilerine salık verdiği üzere, 2020 Haziran’ının ortasında yepyeni bir 8 yıllık döngü başlatacak olan Venüs yıldızının takip etmekle mükellef olduğu duygusal hatalardan en sık hangisine düştüğümü ve bu hayatta duygusal anlamda karma yükümü ne sebeple oluşturduğumu bulmaya gayret ettiğim günlerdi de… Hocamızın belirttiği şekilde, 8 yıl öncesine 2012 yılının Mayıs ve Haziran aylarına, o dönemde hayatımda cereyan etmiş olan olaylara, o tarihten de yine bir 8 sene daha öncesine, bir başka Venüs döngüsünün yer aldığı 2004 yılına ve hatta çok daha eskiye, 1996 yılının Venüs döngüsüne dek geri giderek düşündüğümde, 1998 yılından başlayarak insanların arkasından iş çevirmek, yalan söylemek, gerçeği değiştirmek ve manipüle etmek gibi son derece kötücül huylarım olduğu gerçeğiyle utanarak yüzleşmiştim. Kural açık ve basitti; yeni bir 8 yıllık duygusal ıstırap, bedel ödeme dönemi yaşamak istemiyorsan, kendine kati surette çeki düzen verecek, zaaflarını da kökünden törpüleyecektin. Peki niyetin her ne kadar temiz olsa da ya geride biriktirdiğin 22 senelik karma, sen tüm bu aptallıkları yapmaya devam ederken, artık kötülük üretmekten ve kendi ruhani sicilini de karalamaktan geri durasın diye sana etki tepki yasasına binaen tonlarca olumsuzluk yaşatmış olmasına, bugün hakikate aymış ve pişman olmuş olmana rağmen bile hala temizlenmeyecek kadar büyükse, işte o zaman gerçekten bembeyaz bir sayfa açabilmek için ne yapman gerekirdi? Eh maalesef bunun yanıtı da son basit ve tahmin edilebilirdi… Bedel ödemen gerekirdi. O ödenecek olan hesapta, kişinin hayatına hemen girmek yerine çokta mutlu, huzurlu, her şeyinin tam olduğu bir zamanda ansızın gelmeyi yeğleyecek şekilde kendisini ileri zamanlara öteleyebilir, ani gelişiyle birlikte de kişiyi pankreas kanserine duçar etmek suretiyle, onu 1 hafta içerisinde öte dünyaya götürebilirdi. Beden bedelini ödemek suretiyle acı çekerek ve arınarak ölür, kesintisiz yaşayan ruh da yolculuğuna, öğrenme ve dengeyi bulma sürecine daha az yükle devam ederdi. Tüm bunları düşünürken “Neden pankreas kanseri de başka bir ölüm şekli değil?” diye sorguladığımı hiç sanmıyorum… Zira benim felaket senaryolarımda ölürken sürünmek, çekmek ne kadar kötüyse, onu bir kademe daha da betere götürebilecek en süratli ve sinsi hastalıklardan bir tanesi pankreas kanseri olma ihtimali… Bu fikirlerin aklımda tatsızca cirit attığı o hesaplaşma günlerinde sırtımın sol tarafında, kemer tarzında bir ağrı da duyumsadığım için “Sen ne kadar arınmaya, yanlış yapmamaya karar verirsen ver, birikmiş ayıbın çok, pankreasın sana o bedeli er veya geç ödetecek” diye korkuyla düşündüğümü de itiraf etmeliyim… Yine de ne kadar kısa sürecek olursa olsun başka türlü ve tamamen dürüst bir hayat yaşama ihtimali, doğum haritamdaki Aldebaran Yıldızı’nın enkarnasyon hedeflerime ulaşabilmem için gerçeklikten asla ama asla sapmamam gerektiğinin altına çizgi çekerek yaptığı vurgu, o yeni hayatı yaşarken 1997 senesine dek sahip olduğum doğuştan gelen şansı gerisin geri kazanacağıma olan inancım beni teselli etmişti…
16 Mayıs günü uyandığımda sırtımın sol tarafındaki ağrının bir anda kesilmiş olduğunu fark ettim. “Belki de sadece bir kas spazmıydı…” diye düşünürken, Haydut’un oldukça yorgun ve iştahsız olduğunu fark ettim. O gün halsiz bir şekilde tüm gün boyunca uyudu. Canım sıkılmıştı ama kötüye de yormak istemedim. 17 Mayıs Pazar günü ise Haydut’un ağzından kan gelmesi üzerine büyük bir telaşla Bahadır’a haber verdim ve o da başka bir diyaliz hastası için kliniğe gideceğini, Haydut’u da geçerken benden teslim alarak, testler yapmak üzere kendisiyle birlikte götüreceğini söyledi. Oğlum terkerlekleri de olan bir taşıma çantasında gitti. Birkaç saatlik telaşlı bekleyişin ardından ne mutlu ki telefonda aldığım haberler güzeldi, testleri tıpkı 2 gün öncesi gibi tertemizdi. Bahadır: “Belki de bir Corona atağı yaşıyoruzdur” dedi. Bağışıklığını yükseltmek için kortizon vermeye başladılar, günler geçti çok daha iyi olduğu, daha canlı gözüktüğünü, hatta ayağa kalktığını ve eyifle guruldadığını söylüyorlardı… 22 Mayıs Cuma günü bayram tatili boyunca klinikte tek başına kalmasını istemediğim için onu artık eve almayı planladığımı belirttiğimde, doktoru: “İshali geçmiyor Zeynep’ciğim, bu bana pankreasında bir sorun olduğunu düşündürtüyor. Dün ona Pankreoflat verdiğimizde dışkısı biraz sertleşti o yüzden tedavisine devam etmek zorundayız, eve veremem” cevabını verdi. Omuriliğimin “Pankreas” sözcüğüyle nasıl irkildiğini anlatamam… Benden bir sabah ansızın yok olan ağrının kimin bedenine geçtiğini çok hızlı ve net bir şekilde kavramıştım. Büyüklerin: “Hayvanlar sahiplerinin potansiyel hastalıklarını sırf onlara duyumsadıkları saf sevgi ve sadakatten ötürü üstlenmekte beis görmezler, onlara emek vermiş olan insanoğlunun başına gelmesi muhtemel kötülükler için canlarıyla siper olmayı seçerler” dedikleri aklıma geldi. Boğazım düğüm düğüm olmuştu. İkizler burcu olan ben, 22 Mayıs 2020 yeniayının gecesinde sabahı sabah ettim. Nitekim adını koyamadığım ama beni uyutmayan kaygı tamamen gerçek çıktı ve 23 Mayıs sabahı Bahadır, Haydut’un çok kötü olduğu haberini üzülerek iletti. “Vücut ısısı çok düşük, serum alıyor ama ayağa kalkamıyor, toparlaması çok zor…” dediğinde, onun gitmeyi tercih edeceğini anlamıştım. Ağlamaya başladım, maskemi taktım, dezenfektanımı aldım, ağabeyimden beni kliniğe götürmesini rica ettim. Sokağa çıkma yasağını delmeyi göze alıp, onunla helalleşmek için yola düştük…
Kliniğe girdiğimde Haydut ön odada, kalın mavi bir battaniyenin altında vücut ısısını artırmak için makat yolundan verdikleri sıcak su desteğiyle, acı içinde yarı baygın bir şekilde yatıyordu. Eğilip onu yüzünden öptüğümde, “Dokunma anne, çünkü çok ağrım” var dercesine inledi. Ağlıyordum ve “Bahadır bu pankreas rahatsızlığı mı? Kesin öyle mi? Şayet eğer öyleyse, bu benim hayatta en korktuğum hastalık ve onun şu anda çok ağrısı vardır değil mi?” diye sordum. “Maalesef öyle ve evet, çok ağrısı vardır Zeynep’ciğim. Artık ışığa da göz refleksleri pek tepki vermiyor, bu noktadan sonra geri dönmesi çok zor…” diye yanıtladı. Bahadır’dan odadan çıkmasını rica ettim ve oğlumla baş başa kaldığımda: “Haydut seni çok seviyorum oğlum, lütfen hakkını helal et. Senin o minik bedenini benim kocaman ayıplarım için feda ettiğini ve benim böylesi büyük bir iyiliği hak edecek temizlikte bir insan olmadığımı ikimiz de biliyoruz. Başıma gelmesinden en çok ürktüğüm hastalığı, sadece ben temiz bir sayfa açabileyim diye üstlendiğinin, bundan sonra ölçülü ve dürüst olmaktan şaşmamam gerektiğinin farkındayım. Seni daha fazla acı çekmemen için uyutacağım. Senden istediğim tek şey sakın ola bir daha bana yardım etmek üzere bu Samsara döngüsüne girme, gerçeğe uyandığında burada her ne olursa olsun, beni yuvada sabırla bekle. Bir gün, ben de yanınıza geleceğim ve bir daha asla oyuna katılmak için bu rüyaya dalmak zorunda kalmayacağız” dedim.
Odadan çıkıp, ağabeyim ve kız arkadaşını onunla vedalaşmaları için içeriye çağırdım. Hepimiz oğlumu teker teker öpüp, ağlayarak hoşça kal dedik. Bahadır odadan çıkmamı istediyse de: “Benim için bu denli büyük bir fedakarlığı göze almış bir canlının ölümüne metanetle şahit olmak ve bunun ağırlığını ömür boyu vicdanımda taşımak zorundayım” yanıtını verdim. O ne anladı bilmiyorum… Belki bir tür deli olduğumu düşündü. Belki bu yazıyı okuyanların büyük kısmı da öyle düşünecektir… Maalesef, bu noktadan sonra ben doğru bildiğimi söylemek zorunda olduğum için duyumsadıklarımı maskeleyerek yazamayacağım…
Yüzümü gözümü sildim, ağlamamak için kendimi sıkıyordum. Bahadır ona süt rengindeki anestezi ilacını yavaş yavaş verirken ve soluğu seyrelirken de oradaydım, hafifçe uykuya dalıp, bir daha asla uyanmamak üzere ötenazi iğnesi yapıldığında da… Hatta öldüğü an midesi kanayıp, bana ait bir pisliği, acıyı ufak bedeninden son dakika kustuğunda da… Ölmüştü. Artık yoktu. Ağlayarak odadan çıktım. Onu temizlediler ve küçücük tarçın renkli, soğuk bedeni kucağımda evimize geldik. Bahçede diğer kedi ve köpeklerimizin yatmakta olduğu aynı yere yağmur altında bir çukur kazıldı ve ağlaya ağlaya onu toprağa defnettik. Bedenleri Haydut’tan çok daha önce uykuya yatmış olan hayvanlarımız Efe, Duman, Biber, Fatoş ve Naomi’nin, Haydut’u karşıladıkları ve hepsinin mutlulukla buluşmuş olduklarından yağmurdan hemen sonra beliren çifte gök kuşağı sayesinde emin oldum. Bahçeden ayrılıp, eve doğru yönelirken her birinin ışık bedenleriyle, bahçede bana tanınmış olan yeni hayat fırsatı için neşeli gözlerle arkamdan bakmakta olduklarını biliyordum. Ben ise ayıplarımın altında eciş bücüş ve mutsuzdum… Öldüğümde yüzlerine utanmaksızın bakabilmek için bir daha hataya düşmemeyi dileyerek, göz yaşları içerisinde evin kapısını kapattım…